Truman Show (1998)

115

2000’li yıllarda Hollanda ve Almanya’da yayınlanan Big Brother isimli televizyon programını duymuşsunuzdur. En azından 90’larda çocuk olanların bir şekilde bu isme aşina olduklarını düşünüyorum. Reyting rekorları kıran bu programda birbirini tanımayan bir grup insanın 40 gün boyunca bir evde kalması isteniyordu ve yapılan oylamalara göre her hafta bir kişi evden gönderiliyordu. Bu durum bayağı bir ilgi çekmişti ki 2000 yılının sonbaharında bizde de BBG (Biri Bizi Gözetliyor) ismiyle yayın hayatına başlamıştı. Çok iyi hatırlıyorum, oldukça orijinal olan bu fikir ülkemizde de bayağı bir ses getirmişti. Herkesin dilinde o evde olup bitenler vardı. Sevdiklerimiz, bizi zıvanadan çıkaran tiplerle yalan ve gerçeklerle örülü garip garip insanlara ve yapmacık televizyon dünyası hayatları izledik durduk.

-Yazının devamı, filmi izlememiş olanların seyir zevkini kaçırabilir-

The Truman Show'un Yönetmeni Christof (Ed Harris)

Bu programların da bir nevi fikir babası olan bir yapım olan The Truman Show da  söz konusu programlardan yaklaşık 2 yıl önce, 1998 yılında sinemalarda gösterime girmişti. Bir nevi diyorum çünkü fikir, siz de takdir edersiniz ki birebir işlenmemişti.

Klasik film ve dizilerden haz etmeyen bir yönetmenin dönemine göre devrimsel bir fikri vardır. Senaryo, dublör ve sahneler olmaksızın bir hayatın tamamını TV’den yayınlamak! Bu fikir başta biraz sıkıcı gibi görünse de şirket kararlıdır ve Amerika’da (belki de dünya tarihinde) bir ilke imza atarak şirket olarak bir çocuğu evlat edinir. Evlat edinilen kişi de Truman Burbank (Jim Carrey) olacaktır. Bir insanın bir obje gibi şirketin malı olması ve bunun hakkında hiçbir şey bilmemesi ne kadar ürkütücü değil mi? Ben filmi ilk izlediğimde çok garip olmuştum. Ne demek şirketin “malı” olan bir insan? Hayvanların bile böyle bir şeye kurban olması bile beni rahatsız ediyorken filmi ilk izlediğimde Truman’ın hayatının geçtiği izole alan benim kafamda açık hava hapishanesinden başka bir fikre karşılık gelmemişti. Haberiniz olmadan mahkum olduğunuzu düşünün. İstemeden bir yerde zorla tutulduğunuzu…

Truman (Jim Carrey)

İşte Truman böyle bir bilgisizlik ve çaresizlik içinde zamanla büyüyen prodüksiyon ve seyirci kitlesiyle her şeyden habersiz kendi hayatını yaşadığını düşünmektedir. Başlangıçta sadece bir kamerayla başlayan yayın, Truman, 30’larındayken 5000’in üzerinde kamerayla devam etmektedir ve 7 gün 24 saat bu yayın yapılmaktadır. Onun her anını izleyenler, adına açılmış barlar ve hayranlarıyla dolu bir dünyası olan Truman, biz ne kadar gerçek yaşıyorsak o kadar gerçek yaşamaktadır.

Kapalı alanda yapılan yayın, oldukça monoton bir hayata sahip olan The Truman Show için çıkmaz sokaktan başka bir şey değildir. Ne kadar yaşanılan alan (yapay bir ada) profesyonel oyuncularla dolu da olsa Truman’ın muhtemel eşi, Truman’a bırakılamayacak bir ayrıntıdır. Ya da adadan çekip gitme isteği… Derken Truman, üniversitede gördüğü bir kıza aşık olur ama aşık olduğu oyuncu sadece sahneyi doldurmakla görevli, Truman’la herhangi bir kontak kurmaması gereken bir oyuncudur. Yönetmene göre Truman’ın evliliği ve hayati kararları ona bırakılamayacak kadar önemlidir. Bir şekilde setten atılan oyuncu sonrasında Truman, evlenmesi gereken Meryl (Laura Linney) ile planlandığı gibi tanışır ve pek mutlu olmasa da evlenir.

Hayatındaki garipliğe bir isim koyamayan Truman, sürekli dünyayı keşfetmeyi ister ve bu istek bir süre sürekli karşı çıkıldığı için bir takıntıya dönüşür. Bir şeyi unutmaya çalıştıkça zihnimizde daha sağlam yer edinmesi gibi yani.

Birkaç teknik hata sonrası Truman, yaşadığı hayatta ters giden şeyin farkına varır ama etrafı profesyonel oyuncularla dolu talihsiz kahramanımız bir türlü derdini anlatmayı başaramaz. Adadan gitmesini önlemek için yapay dalgalar sonrasında alabora olan teknelerinde babasını kaybeden Truman için yaşadığı şehir bir cehenneme döner. Sudan korkar ve şehirden ayrılmak istediği her seferde önüne aşılması imkansız engeller çıkar. Çıkar ama bu olayların hepsi Truman’ı kamçılamaktan başka bir işe yaramaz. Bir de mutlu olmadığı evliliğini ve hâlâ aşık olduğu Lauren’ı (Natascha McElhone) düşündükçe Truman için bu durum ölüm kalım meselesine döner.

Truman'ın gerçek aşkı Lauren

Müzikleriyle, kesintisiz reklam yapılması dolayısıyla ürün yerleştirmelerle gelir elde eden programın tüketim çılgınlığı eleştirisi oldukça güzel ayrıntılar olarak gözüme takılmıştı. Geçenlerde de filmi sırf Philip Glass‘ın yaptığı müzikleri adına izlememden sonra bu filmin hakkında birkaç kelam edilmesini hak ettiğini düşündüm. Zaten IMDb ve Rotten Tomatoes gibi sitelerden de oldukça yüksek puanlar alan filmi neden bu kadar beğendiğimi filmi izlememiş olanların, filmin son sahnesinde “vaaay bee” dediği an anlayacağını düşünüyorum. Filmi izlemiş olanların ustalara saygı namına bir daha izlemesi, izlememiş olanların da sultan-padişah, aşk, ihanet ve ihtiras gibi konuların hunharca işlendiği dizileri izlemek yerine böylesine kaliteli bir yapıma şans dileyip izlemesi dileğiyle filmin fragmanını ekliyorum.

Ve olur ya belki görüşemeyiz, iyi günler, iyi akşamlar, iyi geceler.